19 Ekim 2011 Çarşamba

24 evladımızı daha kaybettik...Acısını anası babası bilir.

İçim acıdı...Gözyaşı döktüm. Facebook sayfamda kendimi ifade etmeye çalıştım..

Ne yapayım sokaklara çıkıp mı bağırayım?
nereye dökeyim içimdeki kokuşmuş akıcı öfkeyi.

19 Temmuz 2011 Salı

Aramak


Sivrisineklerin kendilerine izin verdiği bir yaz gecesi. Ortada yoklar.Rüzgar hafif hafif esiyor, serin bir hava yatak örtüsünü ve lambayı ufak ufak hareketlendiriyor.
Öylesine yatakta uzanmış.Yüzüstü. Düşünüyor. Aslında düşünmek sayılmaz pek.Daha çok düşüncelerin birbiri ardına koşar adımlarla aklından geçip gitmesi gibi. Belirli bir konu yok. Öylece geçiyorlar işte.
Bir sonraki gün arkadaşlarıyla buluşacak. Ne giyeceğini mi seçse acaba? Televizyon mu izlese kalkıp, yoksa bilgisayarı açıp oyun mu oynasa? Öyle hızlı reddediyor ki aklından geçen her şeyi, daha kafasındaki küçük fikir adamları  sözlerini bitirmeden onları kovuyor.
Halen yüzüstü yatıp boşluğa bakıyor. Burnu kaşınıyor. Elini güçlükle götürüyor yüzüne. Uyuşmuş hafif. Hep huyudur. Yatarken elini göbeğinin altına koyar sonra da uyuşana dek orada bekletir. Bilinçsiz tabi ki..
Küçükken yaşadığı bir uyuşma anını hatırlıyor. Bu defa küçük düşünce adamı inatçı. Takılıp kalıyor beynine. Mıh gibi çakıldı işte. 


Hatırlayamadığı bir zaman. Gece ansızın uyanıyor. Her iki koluda uyuşmuş. İlk defa başına geliyor bu durum.
Sağ elini oynatmaya çalışıyor. Taş gibi. Yeniden deniyor. Ağır. Kaldıramıyor bile kolunu.
Sonra sol kolunu deniyor. O da aynı. Korkuyor. 
Aniden kalbi hızlı hızlı çarpıyor. Felç indi sanıyor kollarına.
Daha çok korkuyor. Kollarını bir daha kullanamayacağını sanıyor. Okula da gidemeyecek. Hatta büyüdüğünde de kolları anlamsızca sarkacak iki yanında..
Sonra bağırış."Anneeee" Gelen yok. Ağlıyor. 
Gelen yok. Vakit geçiyor. Kollarında nahoş bir kaşıntı. Parmaklarını kıpırdatıyor. 
Kalbindeki çarpıntı kendini normal ritmine bırakıyor ve  uyuyakalıyor..


Hatırlıyor ve gülümsüyor. Dudakları kıpırdamadan. İçinden..
Sonra yine o gün.  Odada. Yüzüstü yatmaktan sıkılıp yan dönüyor. Gözü kitaplığına takılıyor. Alıngan kitaplar. 
"Aylardır buradayız. "


 "Bir şeyler mi okusam iyi olacak"diyor içinden. Mesela geçenlerde aldığı öykü kitabı.Tek ayağını yataktan indiriyor. Sonra diğerini. Saçları dağılmış. Toka kutusunun içinden lastik tokayı alıyor. Önce saçlarını at kuyruğu yapıyor. Ensesine değen saçlar gıdıklıyor. Homurdanarak yeniden açıyor saçlarını ve tepesine kurulmuş bir kuş yuvasına döndürüyor saçlarını.
Kalkıyor ve öykü kitabını en son koymuş olabileceği yere bakıyor. Yok. 
"Belki diğer raflardadır. Yok burada." diyor içinden.
Yine başladık düşüncesiyle birazcık sinirleniyor. Bilgisayarın olduğu masaya bakıyor. Yok!
Çekmeceler. "Ne işi olacak çekmecede neden oraya koyayım ki hem" İçinden geçiriyor. Oda serin. Fakat sinirden terliyor. 
Başucundaki şifonyere yöneliyor. Tabi ya şimdi arkamı dönüp şifonyerin üstünde bulacağım. Kitapları yan çevirip hızlıca bakıyor isimlerine..
Yok! yok! yok!
Çıldırıyor.
Okkalı bir küfür sallıyor kendine. Sonradan kolayca bulabilmek için sakladığı onca şey gibi, kitap da yok!
Raflara yeniden yöneliyor. En üst rafı aramaya başlıyor. Daha iki üç kitap bakmışken aniden duruyor. Boşluğa bakarak düşünüyor.
"Tabi ya banyoda, en son orada okudum."
Odadan çıkıyor Klozetin yanında çamaşır makinesi. Üstünde mi?
Yok işte. İyice sinirleniyor. 
Bir küfür daha.
"Mutfak!!. Dün okudum ya mutfakta aptal kafam"
Hızlı adımlarla mutfak. Masanın üstü, balkon, ocağın yanı. 
Hatta buzdolabının içine dahi.
Yok!
İyice terliyor. Hava serin.  
Sıkıntı basıyor artık. Kendine sinirleniyor.  Ortada bıraksa ne iyi ederdi. 
içinden geçiriyor:
"Kardeşim mi aldı acaba..O almıştır kesin. Beni de aratıyor yahu boşu boşuna " 
Kızgınlıkla kardeşinin odasına dalıyor.  Zavallı kardeş. Az sonra yaşayacağı ufak çaptaki terörden habersiz..
-Öykü kitabı almıştım dün. Sen de mi?
-Hangisi?
-Ne hangisi öykü kitabı vardı ya geçen aldım. 
-Ya deli misin kimin kitabı . Hem ben senin odandan  kitap filan almadım.
-Nerede peki, bulamıyorum sinir oldum. 
-....
-Görmedin mi hiç?
"görmedim"git artık tonlamasıyla söylenen bu tek kelime onu iyice deli ediyor.
-Ya geçen aldım ya sana verecektim istemedin. Hiç mi görmedin.
-....
-Bir şey söyle. Soru soruyoruz burada!!
-İyi misin sen? kaç Defa söyledim. Görmediim!!
Terden sırılsıklam olmuş. Hep sinirden. Aksi gibi burnu da akıyor. Homurdanarak evde dolanıyor. 
"Ya anneme verdiysem" diye düşünüyor. Annesinin yanına gidip başucundaki kitaplara bakıyor. 
"Yok işte yok yok..zaten bir şeyi arayayım da bulayım şu evde" diyor bağırarak.
Odasına gidip raflarına saldırıyor yine..
Anne odaya geliyor..
-Kızım ne bağırıyorsun akşam akşam?
-Bağırmıyorum. Kitabım yok!
-E başka oku.
-Ya başka okuyayım da o kitap nerede?
-Hangisini arıyorsun?
-Öykü kitabı vardı geçen gün almıştım yok!
Anne odaya giriyor. Yatağın hemen yanındaki şifonyerin üzerindeki kitapları eline alıyor.
-Bunlardan biri değil mi? 
-Değil, baktım onlara herhalde. Gözümün önündekini göremeyecek değili....
Aniden annesinin elindeki kitabı farkediyor.."Hah bu işte. Tamam sağol."
Gülümsüyor. Kitabı alıp yatağına uzanıyor.
Bir kaç sayfa karıştırıyor. içinden okumak gelmiyor. Şifonyerin üzerine bırakarak yeniden yüzüstü uzanıyor.

15 Temmuz 2011 Cuma

14-07-2011 Bugüne dair :)


Bugün birileri beni okudu..:)
İki kişi de olsa böyle bir heyecan bastı. Mutlu oldum fazlasıyla..
Şimdi bu yazıdan önce "Sarıkız ve Peynir" başlıklı uzun bir yazı var. Hikayesini anlatayım.
Kuzenim Almanya'da yaşıyor. Kardeşim de bir süre için orada. Dün onlarla internet üzerinden sohbet ediyorduk. Bana hikaye yazmam gerektiğini söylediler.
Önce kitap yazmam gerektiğini söylerken sohbet ilerledikçe çocuklara yönelik yazmam gerektiğine karar verdiler. Hem beni fazla zorlamayacaktı da...:)
İlk başlarda hiç niyetim yoktu fakat öyle bir motive ettiler ki akşam kendimi bu hikayeyi yazarken buluverdim.
Küçük yaştakilere hitap ediyor aslında. Fakat söylemeliyim ki yazarken çok eğlendim. 
Kendi kendime güldüm. Hatta çocuk gibi heyecanlandım bile. İlk hikayem çocuk hikayesi oldu işte. Devamı gelir mi bilmiyorum. Şimdilik yazımımı geliştirmem gerektiğini düşünüyorum. Olay örgüleri biraz hafif kalabiliyor. Zaten çok yaratıcı bir hikaye de olmadı. 
Sadece kahramanlarımı çok sevdim. 
Dün balkonda sigara içiyorduk annemle. İki tane karıncanın deli gibi sağa sola yürüdüğünü gördük. Hemen içeriye koştum ve ekmek kırıntılarını kaptığım gibi karıncaların önüne koydum. Birisi pek umursamadı. Diğeri ise bir baktık kendinden kaç kat büyük bir kırıntıyı kaptı götürüyor..Biraz kırıntıyı küçülttük. Aldı gitti. 
Evet... Çocuk hikayesi yazmalıyım :)  Büyüyene kadar..:P

olay örgüsü yok sadece karakterler :)

olay örgüsü yok sadece karakterler :)


Aniden bastıran yağmur, işlerinden çıkıp eve dönmeye çalışanların üzerine kabus gibi çökmüştü. Yağmurun hızı arttıkça yoldaki arabalar da sanki daha çok yavaşlıyordu. İşyeri servisleri, özel araçlar, otobüsler yolu paylaşamıyordu artık. Zaten akşamüstü trafiğini her akşam çeken şehir daha da zorlu bir maratonun zoraki koşucuları olmuşlardı. 
Servislerden birinde, kırk yaşlarında bir kadın başını servisin camına dayamış, camın dışından dahi etkisini gösteren yağmur sularıyla nemlenen saçlarına aldırmadan uyukluyordu. Kafasında dolanan onlarca düşünceyle bir önceki günü, bugünü ve yarını düşünüyordu.
En üst katını görebilmek için başı neredeyse sırta yapışıncaya kadar kaldırmak gereken bir holdingde çalışıyordu. Muhasebe bölümünde sıradan bir eleman olarak başladığı iş hayatında, hırsı ve başarısı ile  müdür yardımcılığına kadar yükselmişti.
Bir önceki günün hesaplarını kontrol ederken yanlış bir hesaplama yaptığı düşüncesi aniden gözlerini açmasına neden oldu. Sonra da bugünün hesabıyla karıştırdığını farkedip rahatlayarak derin derin içini çekti.
Gereksiz yere telaş yaptığını bile bile her akşam eve dönüşte bu paniği yaşıyordu.  Hesap vermesi gereken üstlerinden başka, en başta kendisine hesap veriyordu her gün. Kuvvetli hafızasıyla, telefon ezberlemekte bile zorlanan çoğu insanı kıskandıracak kadar rakamı aklında tutuyordu.  
İşine bağlılığının ardındaki gerçek, yalnızlığıydı. Doğru olduğuna kesinlikle inansa da beynini meşgul etmek için kendi kendine oynadığı bir oyundu bu.
Tüm bu düşüncelere dalmışken, aniden kafasını camdan kaldırdı. Evde şeker kalmadığını hatırlayarak yüzünü astı. Almak için evinden bir sokak önceki markette inmeyi düşündü.
Bir ara vazgeçer gibi oldu. Fakat  bayan "her şey tam olmalı" bu fikri hemen uzaklaştırdı aklından ve servisin ineceği yere yaklaşmakta olduğunu farkederek şöforü ikaz etti.
Araç durup kapılarını açtığında, kadın kapının ağzındaki su birikintisini farkederek şöfore döndü ve sanki adamcağız bilinçli olarak orada durmuş gibi sert bir ses tonuyla biraz daha ilerlemesini istedi. Homurdanan şöfor aracı biraz daha ileri aldı ve kadın indi.
Kadının bu sert tavrına sinirlenen şöfor kadın indikten sonra arkasından biraz söylendi. Arabadakiler de şöfore hak verdi. Sonra yine sessizlik araca hakim oldu.
Her gün sabahın erken saatlerinde kalkıyor ve her çalışanı teker teker evlerinden ya da alabileceği en yakın yerden alarak işe götürüyordu. Erken kalkmanın azabını bildiğinden güzergah dışına da çıksa mümkün mertebede gayret gösteriyordu çalışanları yormamaya. 
Bu konuda patronundan çok fazla uyarı almıştı en başlarda. Fakat onun bu tavrına alışan patronu bir süre sonra yorgun düşmüştü bu ihtarlardan. Çalışanları içinde işe devamlılığı ve dikkatiyle en iyi personeli oydu. Bu nedenle ona iltimas geçiyordu ve pek karışmıyordu artık.
Son çalışanı bıraktıktan sonra evine yöneldi ve aracı evinin önüne park etti. Bir yandan yorgunluk bir yandan da son yaşadığı tatsızlık, onu sinirli yapmaya yetmişti bile. Eve girdi, karısının verdiği ev terliklerini giydi ve elini yüzünü yıkamak üzere banyoya gitti. Yüzünü yıkadıktan sonra havluyu eline aldı. Kurulanmadan önce yüzüne uzun uzun baktı. 
Uzun yol şöforlüğü yaptığı günleri hatırladı. Yine yoruluyordu, hatta daha da çok, fakat tek başınaydı ve saatler ve bazen günler süren yolculuklarında kafasını dinliyordu. On yıl önce olsaydı o işi kaldırmak kolaydı da altmış yaşından sonra pek de gözü kesmiyordu yollara düşmeye.
Yemeğe oturmadan önce salondaki koltuğa kuruldu ve televizyon izledi biraz. Sofranın hazır olduğunu söyleyen karısının sesiyle kalktı ve yemeğini yedi.
Yemekten sonra yine koltuğuna kuruldu. Yorgun argın işten geldiğinde kendisini karşılayan biri olduğunu düşünerek gülümsedi bir an. Örgüsünü örmekte olan karısı neden güldüğünü sorduğunda "hiç" dedi. 
Kocası eve geldiğinde suratının asıl olduğunu farketmişti kadın. Fakat yorgunluğuna ve uykusuzluğuna verdiği için ses çıkarmamıştı.  Aç gelmiştir düşüncesiyle sofrayı kurmuştu hemen. Birlikte yemek yedikten sonra  her ikisi de günlük rutin akşam faaliyetlerine dönmüşlerdi. 
Ondan uzak kaldığı seneleri düşündü. Oğlu evlenene dek hissetmemişti yalnızlığı, evlendikten kısa bir süre sonra da bir kız torun gelmişti.
Fakat artık torunu da büyümüş ve artık sadece bayramlarda ziyaret edilen bir aile büyüğü olmuştu. İşte yalnızlığı da tam o zamanlar hissetmeye başlamıştı.
Bir evin tek kızıydı. Ailesi görücü usulü kocasıyla evlendirmişti onu. Bir defa pastanede teyzesinin kızının da refakatiyle görüşmüşlerdi hepsi o. İlk intiba son intibadır derler ya. Sevmişti ilk görüşte. Kibar, sakin, iyi huylu birine benziyor demişti annesi fikrini sorduğunda.
Beş altı ay içinde de söz,nişan, düğün yapılıp evlenmişlerdi. Evlilikleri boyunca sadece bir dönem yokluk çekmişlerdi. oğulları o sırada lise çağlarındaydı. Kocasının uzun yola gitmeye başladığı dönemdi. Ayrılık vardı fakat yiyecek ekmekleri de.
Kadın kocasına baktı. Birlikte ağarttıkları saçlarına ve yüzünde oluşan çizgilere. Yorgunluk erken yaşlandırmıştı. Fakat beraberlerdi. Tekrar başını önüne eğerek örgüsüne devam etti.
Telefon çaldı. Adam telefona yöneldi. Yanlış numara olduğu anlaşılınca karşı taraftaki kibar bir erkek sesi özür diledi ve telefonu kapattı. 
 Telefonu kapatan genç adam, arkadaşını aramak isterken yanlış numara çevirmiş olmanın verdiği şaşkınlıkla telefona baktı. Parmaklarıyla bir müddet telefonun tuşları üzerinde istemsiz şekilde tempo tuttu. Aniden yaptığı yanlışlığı farketti ve doğru numarayı çevirerek karşı tarafı bekledi. 
Telefon defalarca çaldı fakat açan olmadı. 
Sinirlenmeye başladı ve telefonu kapattı. Cep telefonunu tam zamanında  su birikintisine düşürdüğü için  kendine sövdü. Telefonla ulaşma imkanı kalmadığı arkadaşına internet üzerinden mesaj yollamayı düşündü. 
Bir hafta önce görüştüklerinde,  çalıştığı şirkette ona uygun bir pozisyon olduğunu söylemişti arkadaşı. Bugün için de kendisini aramasını istemişti. Fakat ezberinde değildi işte telefonu. 
Mesajı attı ve mutfağa giderek kendisine bir kahve hazırladı. 
Suyu kaynatırken düşüncelere daldı. Bir sene önce mezun olmuştu fakat hala işsizdi. Bu düşünce içinde sıkıntı yarattı. Derin bir of çekti ve hazırlamış olduğu kahvesini alarak odasına yöneldi.  

Sarıkız ve Peynir

Sarıkız ve Peynir


Güneş kendini tepelerin arkasından yavaş yavaş göstermeye başlamıştı. Anne inek ve boğa baba uyandılar ve yavaş yavaş güne hazırlanmaya başladılar. Güler yüzlü bir çiftçi  ahıra gelerek anne ve babanın sırtını okşadı ve anneyi sağdı. 
-Aferin güzel beneklim benim.  Birazdan sizi yemek yemeye götüreceğim güzellerim, 
dedi  Baba Boğa ve inek anneye.
Küçük Sarıkız uyandığında annesinin gitmeden önce onun için hazırlamış olduğu otlardan yedi.
Henüz minik bir buzağıydı. Annesi ona,eğer güzel bir biçimde beslenirse kendisi gibi besili ve kocaman bir inek olacağını söylemişti. 
Yemeğini yedikten sonra bahçeye çıktı ve biraz dolaşmaya karar verdi. Çok meraklıydı. Her şeyi öğrenmek istiyordu. Bu yüzden sık sık bahçe dışına da çıkıyor, bazen de oldukça uzaklaşıyordu.  Çok defa uzun süre aradıkları olurdu onu. Fakat elinde değildi işte. Hayata olan merakı onu hep gezmeye yeni yerler keşfetmeye davet ediyordu.
Bahçede dolaşırken bir yandan etrafına bakıyor, bir yandan da tatlı tatlı şarkılar söylüyordu. Kardeşleri ahırda oturup annelerinin bıraktığı otları  tüketip tembelliğe devam ederlerken, o yeni yerler dolaşmak için yine bahçeden uzaklaşmıştı bile .
Neşe içinde yoluna devam ediyordu minik sarıkız. Birden adımını atacağı yerden bir ses geldi. 
-Dikkatli ol..ezeceksin beni..
Dikkatle yere baktı. Minik bir fare kendisine korkmuş ve kızgın gözlerle bakmaktaydı.
-Az kalsın üzerime basıyordun. Önüne bakmaz mısın sen?
-Gerçekten çok özür dilerim.  seni farkedemedim. Güzel çimenleri, dağları, güneşi, nehirleri düşünüyordum. Öylece dalıp gitmişim işte.
-Seni affederim. Fakat bir şartım var. 
dedi minik fare. 
-beni sırtında gezdirir misin biraz. Sadece kendi boyumu geçmeyen yerleri görebiliyorum. Böylece ben de o harika nehirleri, ağaçları senin gibi görebilirim.
-Elbette gezdiririm 
diye gülümseyerek cevap verdi Sarıkız. 
-Adın ne 
diye sordu fareye. Fare minik elini uzatarak 
-peynir 
dedi. Sarıkız gülmeye başladı. -Peynir mi. haha..
Minik fare yüzünde beliren utanmış  ve hafif kızgın ifadeyle;
-Babam ve annem bir peynirci dükkanında tanışmışlar da. Ya senin adın ne?
-Sarıkız.
-Sarı olduğunu ara sıra unutuyorlar mıydı acaba.. diye cevap verdi Peynir. 
Peynir'in bu sözü üzerine Sarıkız yaptığı gafın farkına vardı ve özür diledi. Peynir o kadar iyi bir fareydi ki hemen affetti Sarıkız'ı. 
 -Çok sevindim seni tanıdığıma Sarıkız. Haydi şimdi beni sırtına al  da beraberce gezelim.
Sarıkız usulca yere çöktü ve Peynir, kuyruğuna çıkarak oradan da sırtına kuruldu Sarıkız'ın.
O günü beraber geçirdiler. Sarıkız Peynir' e gezdiği yerleri, Peynir de Sarıkız'ın asla giremeyeceği mağaraların içindeki şırıl şırıl akan suları  anlattı. Minik deliklerinden girdiği evlerdeki insanlardan bahsetti. 
Nasıl olduğunu anlamadan akşam oluverdi. Eve dönme saati geldiğini farkeden Sarıkız arkadaşıyla vedalaştı ve evin yoluna düştü. 
Yarı yola geldiğinde bir baktı ki yol geldiği yol değil. Yine kaybolduğunu anlayınca da ağlamaya başladı.  Karşıdan gelen çiftçiyi görene dek de gözyaşları dinmedi Sarıkız'ın.
Eve döndüğünde annesi de babası da çok kızdı ona. Uzaklaşmaması gerektiğini hatırlattılar bir defa daha.
Annesi ve babasını üzdüğü için kendinden utandı Sarıkız, fakat gizleyemediği bir sevinç vardı içinde. Bunu farkeden annesi yanına yaklaştı ve sordu. 
-Mutluluğunun kaynağı bugün geç geldiğin için azarlanman değildir herhalde?
-Hayır anneciğim. Sizi çok üzdüm yine biliyorum. Fakat bugün geç kalmamın sebebi yeni bir arkadaştı.  Bugün peynir isminde bir fareyle tanıştım. Bana hiç göremeyeceğim minicik  ağaç kovuklarından, insanlardan bahsetti. Ben de onu sırtımda gezdirdim. Bilsen ne çok eğlendik..
-Ama kızım, bir fareyle arkadaşlık yapamazsın. dedi annesi. 
Uzaktan konuşmaları duyan babası da geldi yanlarına. 
-annen haklı, dedi.
-Bir fare süt verebilir mi?  ot da yemez.o bizden farklıdır. Bizim gibi de ses çıkarmazlar. Onunla görüşmemelisin.   dedi babası.
Sarıkız bu sözlere çok üzüldü.  Annesi ve babasına bir şey söylemeden gidip yerine uzandı ve uyudu. Söylediklerineyse anlam veremedi. 
Bu esnada Peynir de anne ve babasına Sarıkız'ı anlatıyordu. 
-Tanısanız öyle iyi kalpli ki. Bütün gün beni sırtında gezdirdi. Beraber nehirleri, ağaçları izledik. Gökyüzüne öyle yakındım ki..
-Ama peynir,  O çok büyük"...dedi annesi.
-"Üstelik de bizim gibi bir delikte yaşamıyor.  Ayrıca onların boyu bizden daha uzun ve daha kocaman gözleri var. 
Peynir şaşırdı bu sözlere, "ama" dedi.."Biz çok iyi anlaşıyoruz." 
Ertesi gün Sarıkız yine her zamanki gezilerinden birindeyken Peynir'e rastladı. İkisi de bir önceki gece duydukları yüzünden birbirlerine çekingen davranıyorlar fakat hiçbiri de olanları anlatamıyordu.  
Dostluk ; aynı olmayı değil, birlikte eğlenebilmeyi, sohbet edebilmeyi gerektirmez miydi. İkisi de birbirini ilk günden çok sevmişti. Farklı dünyaları tanıyorlardı birlikte. 
O gün ikisi de bir akşam önceki konuşmalardan hiç bahsetmediler. Kırlarda beraberce koşup oynadılar. Çok eğlendiler.
Akşam gelmekte gecikmedi. Eve dönme vakti de geliverdi.Fakat eve dönerken Sarıkız'ın başına talihsiz bir kaza geldi.
Geç kalmamak için var gücüyle eve koşarken, önünde duran tümseği farketmedi ve doğrudan tümseğin hemen arkasındaki bahçeyi çevreleyen çite ayağı takılıverdi. Ayağı acıyor, takıldığı yerden ne yaparsa yapsın kurtaramıyordu. 
Öylece kalıvermişti. hem ağlıyor hem de zamanında eve dönemeyeceği için anne ve babasının ne kadar çok kızacağını düşünüyordu.  İzinsiz şekilde bu denli uzaklaşması tam bir hataydı. Bunu anlamıştı artık. 
Ait olduğu yer o bahçeydi işte. 
Tam o sırada Peynir'in sesini duydu. "Hey ne oldu sana?"
-Bana yardım et Peynir, ayağım çite takılıp kaldı.
-tek başıma bir şey yapamam ki. Birazdan geleceğim. diyerek koşa zıplaya gözden kayboldu. 
Orada bir başına kalmıştı Sarıkız.  Evine bir varsa, bir daha hiç bu kadar uzaklaşır mıydı. 
Bunları düşünüp kendi kendine ağlarken, önde Peynir ve arkada bir sürü farenin ona doğru geldiğini gördü. Hepsi birden çite tırmanarak kemirmeye başladılar.  
Sarıkız son anda Peynir'in koşarak kendi gideceği yola girdiğini gördü.
O sırada diğer fareler çitin son kalıntılarını da kemirmekle uğraşıyorlardı. 
Aradan çok kısa bir zaman geçti ki Sarıkız uzaktan annesi ve babasınının geldiğini farketti. Biraz daha yaklaştıklarında Peynir'in annesinin sırtında olduğunu gördü. 
-Anneciğim, babacığım..Ne olur beni affedin. Bir daha bahçeden uzaklaşmayacağıma söz veriyorum. 
Annesi yanına geldi ve sevgiyle Sarıkız'a baktı. 
-Ah yaramaz kızım benim. Biz senin gibi meraklı bir çocukla ne yapacağız. Neyse ki Peynir hemen bize haber verdi.  Gerçekten iyi bir arkadaş o. 
Peynir ve Sarıkız bu sözlere çok sevindi. Peynir annesinin sırtından inerek Sarıkız'ın yanına geldi ve Sarıkız da eğilerek Peynir'in sırtına çıkmasına izin verdi. 
-Teşekkür ederim Peynir. Sen olmasaydın o çitte hala takılı kalacaktım. 
O günden sonra Sarıkız anne ve babasına verdiği sözü tuttu ve evden hiç uzaklaşmadı. 
Olayları öğrenen Peynir'in ailesi de çok şaşırdı ve sevindi. 
 İkisi de gün geçtikçe büyüdü. Kocaman birer inek ve fare oldular. Çocukları oldu. Onlar da artık ikinci bir aileye sahiptiler. Bu büyük aile hiç kopmadı ve hayatları boyunca hep mutlu yaşadılar.

Hey ben, Bana bak!

Hey ben, Bana bak!

Sevgili kendim,
Sana bu yazıyı üzüntülerimi ve hayal kırıklıklarımı anlatmak ve bir nebze de olsa sitem etmek için yazıyorum. Bana ne yaptığını anlamanı ve kendine çeki düzen vermeni acilen rica ediyorum senden.
Şu haline bir bak. Nedensiz yere üzülüyorsun kimi zaman, hayatının bir anlamı kalmadığından bahsediyorsun. Bu anlamı sihirli bir değneğin mi gelip vermesini bekliyorsun acaba? Ne kadar zamandır sadece nefes almak, yemek yemek, internete girmek ve diğer ihtiyaçlar arasında dönüp duruyorsun. Hep bugünü yaşıyorsun. Haydi eğlensen bir şey de demeyeceğim fakat için sürekli sıkılmakta. Bir anlam veremediğin duygular boğazını sıkıp duruyor.
Eski yazılarına baktım az önce. Neler yazmışsın neler. Ne amaçların varmış aslında. Üşenmişsin ama hep. Ertelemişsin. Onca zamandan elinde kalan sadece o yazılar, okuduğun kitaplar ve bir kaç internet sitesinde yazdığın yazı..
Ne kazanmışsın. Hiç!
Ne kazanmayı bekliyordun. Artık hatırlamıyorsundur bile. Ne yapmak istediklerini yapabiliyorsun ne de gerçekleştirecek isteğin kaldı.
Kendine gel diyeceğim ama bundan da şüpheliyim. Bu yazıyı yazdıktan sonra biliyorum ki mutfağa gideceksin ve bir sigara yakıp kollarını balkonun kenarındaki taşa koyup başını koluna yaslayacaksın. Ve yapmak istediklerini düşüneceksin.
Hepsi bu. Düşünmeyle olsaydı şimdi dünyada kaç milyon insan zengin ve başarılı olurdu öyle değil mi?
Boşa yazıyormuşum gibi geliyor. Sabırlıyım aslında bilirsin. Fakat sen yine de sabrımı zorlama.
Bir kulağından girip öbüründen  çıkmasın sözlerim. 
Aslında sen hep böyleydin. Hayaller kurar ve gerçekleştireceğin günü beklerdin. Hayatında isteyip de elde ettiğin ne oldu bana söyle?
Ben hatırlamıyorum. Üniversite okudun. Fakat ortalama bir bölümde. Odan bile şu an istediğin gibi değil..
Hayatın hiç değil.. Sürüyle sınava girip çıkıyorsun fakat daha çok iyi hazırlandığın bir sınava tanık olmadım.
Düzeltmek senin elinde fakat sen bunu önemsemiyorsun bile. Bu isteksizliğinin sebebini sen de benim gibi anlamakta zorluk çekiyorsun. Şu an burada kendine sitem etmek yerine belki başka şeyler de yapabilirsin fakat bu daha kolay geliyor değil mi.

Başkasından duyduğunda seni sinirlendiren bu sözler aslında gerçek. Kendi kendine kabul edebiliyorsun fakat başka biri söylediğinde tam da burcun gibi kızgın bir boğaya dönüşüyorsun...
Boşa yazdım değil mi...Lütfen öyle olmasın..
Öyle ama...

doktor doktor gezerim, halim nedir sorarım 14.01.2011

doktor doktor gezerim, halim nedir sorarım


birkaç gündür aynı başlıkta yazdığım gibi doktor doktor geziyorum. hipotiroidim için bugün kan aldırdım, göz doktoruna gittim ve 1 adet miyop gözlüğü sahibesi oldum. 
geçen gün de ensemde birkaç aydır varolan kızarıklıklar için gittim ve kremle ilaç verdi. kızarıklıklar da geçti gibi..
aslında yapmam gereken çok şey var. bir yerden başlamak gerek diyordum başardım sanırım. öğlen 4'e kadar uyumadığında insan kendisi için daha çok şey yapabiliyor. oh be! 
şimdi sıra entelektüel gelişimimi tamamlamak için birşeyler yapmakta. blog filan diyordum ya ...henüz konuları kararlaştırmadım fakat şu an içimde araştırma istediği var feci şekilde. elbette olmayanı bulamam ...belki de bulurum. bilmem..:)
gözlüğümü alınca ilk yaptığım şey epey uzaktaki bir dükkan tabelasını okumak oldu. geri kalan yolu annemin arabasına kadar sırıtarak yürüdüm(annemle gittik de). hatta annemin arabasına yaklaşırken gözlüğümü çıkarıp plakayı okumaya çalıştım. sonra tekrar takıp okuyunca o sırıtış daha da büyüdü.
allahım görüyorum görüyorum :)
sinemaya gidince altyazıyı görmek için en önde oturmak zorunda değilim artık :)
sürekli ensemi de kaşımıyorum. sağlıklı olmak gibisi yok valla :=))))


haa bu arada...bizim komşu annesiyle birlikte  oda camından ufo görmüş. uzaylılar çok mu yakın...annem de birkaç akşam önce çektiği ayın fotoğrafını göstermiş "ben de gördüm bakın " diye. inanmadığı için söylenmişler bir de...gördükleri ufo olabilir mi acaba ...
ben de göreyim ben de :)

10.ocak.2011

yok başlık..

10.ocak.2011
dün gece erken kalkmak için saatimi kurdum. bugün kalkıp hastaneye gidecektim mesela. ensemde uzun zamandır bir kaşıntı var. sürekli de elim orada. sıkıntıdan stresten olsa gerek. aslında bu aralar pek sıkıntım yok fakat iş zamanından kaldı işte. kızarıklıklar da var fakat büyümüyor. öylece kaldı ensemde. gitmem lazım lakin sabah kalkamıyorum ki gideyim. 
bu duruma son vermem lazım. hayalet gibi vampir gibi ömür geçiyor. işsizlik maaşı için başvurmak gerek. 30 günü geçerse vay halime. e ona da gitmem lazım. böyle hayat olmaz ki ..sabahlara kadar otur. akşama kadar uyu.
en kötüsü göbek bağlayacağım yakında. zaten var. iyice büyürse hiç baş edemem. 
yapmak istediğim çok şey var aslında fakat yapabilmek için önce günü 12 saat yaşayabilmem lazım. sabah mesela 10 gibi kalkabilsem. gidebilsem mis gibi işlerimi halletsem. erken kalkmak belki beyin hücrelerimi de tekrar aktif eder de yapmak istediklerimi bir bir yaparım. 
neler yapmak istiyorum neler. mesela benim bir blog 'um daha var. bu blog -yani şu an yazdığım- azıcık günlük niteliğinde olduğu için öyle canım istedikçe yazıyorum. kardeşim hariç bilen de yok. o da unutmuştur bile:)
rahat rahat içimi döküyorum. fakat diğer blog için güzel planlarım var. elimdeki dergiler öyle bir hal aldı ki artık nereye koyacağımı şaşırdım. e onca da konu var ilgimi çeken. işte o blog' da bütün bu ilgimi çeken konuları başlıklar altında incelemeyi düşünüyorum. bana yeni fikirler için canlanma sağlayacaktır mutlaka. internete girdiğimde faydalı birşeyler yapmak istiyorum. facebook da bir kaç arkadaşla mesajlaşmak, skype' da sevgiliyle konuşmak...elbette bunlar çok keyifli..fakat madem internet bu denli hayatımın içinde bu durumu değerlendirmem lazım.
ne işime yarayacak, nasıl ve nerden başlayacağım bilmem. fakat bir başlayabilsem..bunun için de dediğim gibi kendime gelmem gerek. 
bak ya kuaföre gidip saçlarımı boyatacaktım onu da yapmadım. çizelge ya da küçük bir defter alıp ne yapacağımı yazmam lazım ...böylece her bir amacımı gerçekleştirdiğimde bu beni motive edebilir. evet.
yapmam lazım artık. evde oturduğum sürece yaptığım en güzel şey kitap okumak oldu. bol bol zamanım oluyor bunun için. ama ne zaman!! gece sabaha kadar....
pff :))
uyan artık uyaaaaaaaaaaaaaaaannnnnnnnnn..gaflet uykusundan uyan..

14 aralık 2010

14 aralık 2010


13 Aralık 2010 pazartesi itibariyle 2006 martta girdiğim işimden çıkarıldım. aslında toplu işten çıkarma fakat işin hukuki boyutunu filan yazacak değilim. sadece her gün hissettiklerimi yazmak istiyorum. işim vardiyalıydı. sabah sekizden akşam sekize kadar çalışacakken saat 16:30 da idare tarafından çağrıldım. tahmin etmek değil de ne bileyim...giderken "işten çıkarılmışımdır belki" diye düşünüyordum. öyleymiş. çok garip bir duygu çöktü üstüme. hüzün değildi.
böyle işte. bugün gidip şirketle ilişiğimi kestim. arkadaşları filan gördüm. dün de bugün de ağlayanlar filan oldu. ben gidiyorum diye gözyaşı döken insanlara öylece baktım. kendileri gidecek diye mi korkuyorlar yoksa benim için mi? bunu da düşündüm aslında. hiç kötü düşünmedim ki insanlar hakkında. sevildiğimi biliyorum. kendilerinden korkuyorlarsa bile bunu yadırgamam ki. ekmek parası.
vay be ...dört sene binbir emekle günlerimin geçtiği, servis imkanım olmadığı için çoğu zaman cebimden para verip gittiğim işim artık yok. halen üzgün değilim. olmamalıyım. aslında tam da şu an biraz hüzünlendim. joyturk filan da açık ondan mıdır bilemiyorum ki.
telefonum susmuyor. 
kafamın içi de susmuyor. 
yazmasam belki içimi boşaltamayacağım. içime attıkça atacağım yine. 
bu günlük bu kadar.
4 sene sonra ilk kez "işsizim"